- Katılım
- 31 Eki 2023
- Konular
- 399
- Mesajlar
- 616
- Tepkime puanı
- 2
- Çevrimiçi zaman
- 0
Dı dı dın dı dı dın…
İstanbul'da toplu taşıma araçlarını kullananların menhus kaderidir bu ses. Akbil boş olunca, karnı acıkmış bir çocuk gibi, böyle yaygara çıkartır işte: "Ben boşum, ben boşum." Ama daha ziyade "Paran bitmiş, paran bitmiş" der gibidir. O an sanki oradaki herkes size bakıyor, sizi kınıyordur: "Şuna bak, yola çıkmış güya, iki kuruşluk akbil yükletememiş." Kalan kontörünüzü ne kadar takip ederseniz edin, bu "akıllı" bilet size hatırlatmayı önceden yapmaz, haindir. Hafızanız da gün içinde hatırlayacak çok daha önemli şeyleri olduğu için size ihanet eder. Sonuçta hayatın koşuşturmacası arasında bu sesi duymak kaçınılmaz bir yazgı haline gelir. Bu sesi sevene, şu ana kadar pek rastlanmamıştır. Ama tabii her zaman istisnalar bulunur…
Dı dı dın dı dı dın…
Berrak, seviyordu bu sesi. Çok sevimsiz bir ses, adeta bir böğürtü. Ama seviyordu işte. Bir arkadaşına itiraf etmişti bunu. "Belki de," demişti, "bana kalbimin boşluğunu hatırlatıyor ve aslında kalbimin boş olmasından hoşlanıyorum." Büyük şehir onun geldiği yere benzemiyordu. Burada insana kendini unutturacak bir sürü sorun, bir sürü uğraş vardı. Bu sesi, duyduğunda kim olduğunu, aslında ne kadar yalnız olduğunu hatırlıyordu. "Bu sensin, bu sensin." Ve dediği gibi bunu hatırlamaktan da memnun oluyordu.
Muavine parayı ödedikten sonra arkaya doğru ilerlemeye başladı. Bir çift, sarmaş dolaş oturmuş, gözleri birbirlerinin gözlerine kilitlenmişti. Berrak, "Canlı bombayım, bu otobüsü havaya uçuracağım," dese umurlarında olmayacaktı. Duyamasa da aralarında birtakım vıcık vıcık aşk sözcüklerinin geçtiğinden emindi. "İğrenç," diye geçirdi içinden. Oldum olası nefret etmişti romantizmden. Erkek kıza avına yaklaşır gibi iltifatlar edecek, hatta kızı belki hediyelere de boğacaktı. Kızsa nazlı bir ceylan gibi erkeğe kapılıp gidecekti. Erkek de davranışını yüz seksen derece değiştirecek, tek rakibi Berrak'ın memleketindeki tarlaları süren öküzler olan bir garabete dönüşecekti.
"Hanfendi, ilerlesene arkaya!"
Berrak kendine geldi. Çifte kumrulara dalıp gitmişti. Halbuki o sırada yeni duraktan akın akın otobüse binen insanlar içeri sığışabilmek için insan üstü bir çaba sarf ediyorlardı. Berrak birkaç adım sağa kaydı. Gidebileceği yer ancak o kadardı.
"Arkası bomboş."*
"Neresi boş kardeşim? Üstüne mi çıkalım insanların?"*
"Kaptan orta kapıyı kapatsana."*
"Eveeet, ortadan ve arkadan binenler ücretlerini uzatsınlar."
Berrak orta kapıdan gelen akbil ve bozuk para yığınını avuçlayıp solundaki adama uzattı. O sırada iki eli de hiçbir yere tutunmuyordu, zaten o kalabalıkta düşmesi imkânsızdı. Aynı, teneke kutu içindeki sardalyalar gibiydiler. Biraz daha yer olsa, insanlar ona bu kadar yapışmasa… Arkadaki amcanın pörsümüş poposu, sağ tarafında kapının yanındaki demire can simidiymişçesine yapışmış kadının Diyarbakır karpuzu büyüklüğündeki memeleri ona değmese…
Levent durağında, metroyla gideceklerin inmesiyle otobüs derin bir nefes aldı. Berrak boşalan koridorda arka kapının oldukça yakınına kadar ilerledi. Oturanlardan bir adam yüzünü birden Berrak'ın yüzüne yaklaştırdı. Sevgilisi olsa öperdi, o kadar yakındı. Berrak tiksinerek geri çekildi. Sonra dikkat etti ki adam herkese, her şeye öyle yakından bakıyordu. Yanındaki adamın okuduğu kâğıt parçasına yapışacak gibiydi. Berrak belli belirsiz gülümsedi. Adamın halleri komiğine gitmişti. "Mahsus mu yakın gözlüğü takmıyor?" diye düşünmeden de edemedi. Sonra da adamı rahatsız etmemek için gözlerini pencereye çevirdi, dışarıyı seyretmeye koyuldu.
Yoğun bir trafik olmadığı için otobüsün Kabataş'a varması uzun sürmedi. Berrak o zamana dek Kabataş'ta pek takılmamıştı, tramvaya binmek için geldiği sayısız kereler dışında. Bugün hava sanki her zamankinden daha güzeldi. Parçalı bulutların arasından sızan adı gibi berrak güneş serin bir esintiyle dengeleniyordu. Yağmur veya kar olmadığında İstanbul'un kışlarını seviyordu Berrak. Acelesi olmadığı için bu sefer buraların tadını çıkartmaya karar verdi. İskelenin yakınlarında bir kenarda ayakta durarak denizi seyretti. Son zamanlarda bulaşıcı hastalık gibi herkese sirayet eden depresif ruh halini, yaşamaya olan ilgisizliği bir türlü çözemiyordu. Sadece bu manzara bile şu dünyaya gelmiş olmayı anlamlı kılıyordu.
İstanbul'da toplu taşıma araçlarını kullananların menhus kaderidir bu ses. Akbil boş olunca, karnı acıkmış bir çocuk gibi, böyle yaygara çıkartır işte: "Ben boşum, ben boşum." Ama daha ziyade "Paran bitmiş, paran bitmiş" der gibidir. O an sanki oradaki herkes size bakıyor, sizi kınıyordur: "Şuna bak, yola çıkmış güya, iki kuruşluk akbil yükletememiş." Kalan kontörünüzü ne kadar takip ederseniz edin, bu "akıllı" bilet size hatırlatmayı önceden yapmaz, haindir. Hafızanız da gün içinde hatırlayacak çok daha önemli şeyleri olduğu için size ihanet eder. Sonuçta hayatın koşuşturmacası arasında bu sesi duymak kaçınılmaz bir yazgı haline gelir. Bu sesi sevene, şu ana kadar pek rastlanmamıştır. Ama tabii her zaman istisnalar bulunur…
Dı dı dın dı dı dın…
Berrak, seviyordu bu sesi. Çok sevimsiz bir ses, adeta bir böğürtü. Ama seviyordu işte. Bir arkadaşına itiraf etmişti bunu. "Belki de," demişti, "bana kalbimin boşluğunu hatırlatıyor ve aslında kalbimin boş olmasından hoşlanıyorum." Büyük şehir onun geldiği yere benzemiyordu. Burada insana kendini unutturacak bir sürü sorun, bir sürü uğraş vardı. Bu sesi, duyduğunda kim olduğunu, aslında ne kadar yalnız olduğunu hatırlıyordu. "Bu sensin, bu sensin." Ve dediği gibi bunu hatırlamaktan da memnun oluyordu.
Muavine parayı ödedikten sonra arkaya doğru ilerlemeye başladı. Bir çift, sarmaş dolaş oturmuş, gözleri birbirlerinin gözlerine kilitlenmişti. Berrak, "Canlı bombayım, bu otobüsü havaya uçuracağım," dese umurlarında olmayacaktı. Duyamasa da aralarında birtakım vıcık vıcık aşk sözcüklerinin geçtiğinden emindi. "İğrenç," diye geçirdi içinden. Oldum olası nefret etmişti romantizmden. Erkek kıza avına yaklaşır gibi iltifatlar edecek, hatta kızı belki hediyelere de boğacaktı. Kızsa nazlı bir ceylan gibi erkeğe kapılıp gidecekti. Erkek de davranışını yüz seksen derece değiştirecek, tek rakibi Berrak'ın memleketindeki tarlaları süren öküzler olan bir garabete dönüşecekti.
"Hanfendi, ilerlesene arkaya!"
Berrak kendine geldi. Çifte kumrulara dalıp gitmişti. Halbuki o sırada yeni duraktan akın akın otobüse binen insanlar içeri sığışabilmek için insan üstü bir çaba sarf ediyorlardı. Berrak birkaç adım sağa kaydı. Gidebileceği yer ancak o kadardı.
"Arkası bomboş."*
"Neresi boş kardeşim? Üstüne mi çıkalım insanların?"*
"Kaptan orta kapıyı kapatsana."*
"Eveeet, ortadan ve arkadan binenler ücretlerini uzatsınlar."
Berrak orta kapıdan gelen akbil ve bozuk para yığınını avuçlayıp solundaki adama uzattı. O sırada iki eli de hiçbir yere tutunmuyordu, zaten o kalabalıkta düşmesi imkânsızdı. Aynı, teneke kutu içindeki sardalyalar gibiydiler. Biraz daha yer olsa, insanlar ona bu kadar yapışmasa… Arkadaki amcanın pörsümüş poposu, sağ tarafında kapının yanındaki demire can simidiymişçesine yapışmış kadının Diyarbakır karpuzu büyüklüğündeki memeleri ona değmese…
Levent durağında, metroyla gideceklerin inmesiyle otobüs derin bir nefes aldı. Berrak boşalan koridorda arka kapının oldukça yakınına kadar ilerledi. Oturanlardan bir adam yüzünü birden Berrak'ın yüzüne yaklaştırdı. Sevgilisi olsa öperdi, o kadar yakındı. Berrak tiksinerek geri çekildi. Sonra dikkat etti ki adam herkese, her şeye öyle yakından bakıyordu. Yanındaki adamın okuduğu kâğıt parçasına yapışacak gibiydi. Berrak belli belirsiz gülümsedi. Adamın halleri komiğine gitmişti. "Mahsus mu yakın gözlüğü takmıyor?" diye düşünmeden de edemedi. Sonra da adamı rahatsız etmemek için gözlerini pencereye çevirdi, dışarıyı seyretmeye koyuldu.
Yoğun bir trafik olmadığı için otobüsün Kabataş'a varması uzun sürmedi. Berrak o zamana dek Kabataş'ta pek takılmamıştı, tramvaya binmek için geldiği sayısız kereler dışında. Bugün hava sanki her zamankinden daha güzeldi. Parçalı bulutların arasından sızan adı gibi berrak güneş serin bir esintiyle dengeleniyordu. Yağmur veya kar olmadığında İstanbul'un kışlarını seviyordu Berrak. Acelesi olmadığı için bu sefer buraların tadını çıkartmaya karar verdi. İskelenin yakınlarında bir kenarda ayakta durarak denizi seyretti. Son zamanlarda bulaşıcı hastalık gibi herkese sirayet eden depresif ruh halini, yaşamaya olan ilgisizliği bir türlü çözemiyordu. Sadece bu manzara bile şu dünyaya gelmiş olmayı anlamlı kılıyordu.